''''''sitemizin en büyük amaçlarından biri her türlü bilgi video ve haberi doğru bir şekilde insanlara ulaştırmaktır....

29 Ekim 2013 Salı

ALEVİLİK NEDİR,ALEVİLİK TARİHİ KÖKENİ HAKKINDA BİLGİ???


Aleviliğin kökeni genel olarak Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında yaşanan gelişmelere dayanmaktadır. Ancak Anadolu Aleviliği ele alınırken islamöncesi ve sonrası birçok farklı dinsel ve kültürel unsuru da gözden kaçırmamak gerekmektedir.Önce Aleviliğin doğuşuna yolaçan gelişmeleri görelim:
Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında ortaya çıkan kimin halife olacağı sorunu, Alevi-sünni meselesinin ilk tohumlarını atmıştır. Hz. Muhammed daha sağlığında birçok kez Hz. Ali’nin halefi olacağını vurgulamıştı. Hz. Muhammed’in soyu, kızı Hz. Fatıma’yı eş olarak verdiği Hz. Ali’den devam etmişti.Hz. Muhammed Mekke’ye Hicret ettiği zaman da ailesine ve işlerine bakmak üzere Hz. Ali’yi yerine bırakmıştı. Üstelik Peygamber Hz. Ali’nin katıldığı hemen hemen bütün savaşlarda onu komutan olarak atamıştır.
Bilindiği üzere Hz. Muhammed Veda Haccı dönüşünde (632) Gadîru Hum adlı yerde beraberindeki müslümanlarla konaklayarak bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında kendisinden sonra amcasıoğlu ve damadı Hz. Ali’nin müslümanlara önder yani halife tayin olduğunu ifade etmişti. Orada aralarında İkinci Halife Ömer’in de bulunduğu müslümanlar bundan dolayı Hz. Ali’yi kutlamışlardı.
Ölmeden önce Hz. Muhammed “Bana bir kalem ve kağıt getirin size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa düşmeyesiniz.” demiş ancak bu isteği yerine getirilmemiş ve Peygamber vasiyetini yazamadan vefat etmişti. Daha sonra Hz. Ali ve diğer aile üyeleri Peygamberin defin işleriyle uğraşırken, Ebu Bekir ve Ömer’in de aralarında bulunduğu ensar ve muhacirin ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir’in halife olması ile sonuçlanmış, daha sonra sırasıyle Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Sonuç olarak bu üç kişinin halifelikleri, deyim yerindeyse Peygamberin Ehli Beytine rağmen gerçekleşmiş, bu nedenle yüzyıllardır tartışılagelmiştir. Hz. Ali ve Hz. Fatıma bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan da kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir.
Alevi-Sünni meselesinin ilk çıkışı özetlemeğe çalıştığımız bu halifelik meselesine dayanır. Ehli Beytin başına gelenler ve bunlardan en önemlisi Kerbela Olayı ise Aleviliğin siyasal ve düşünsel bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Araplar dışındaki diğer uluslar arasında da yayılmasına neden olmuştur.Şimdi bu gelişmeleri görelim:
Osman’ın halifelik dönemi (644-656), daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Surite’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yolaçmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir.(656)
Üçüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrası Hz. Ali halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. Hz. Ali iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir. Daha önce Osman’ın aleyhinde bulunmuş olan Hz. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olması sonrasında onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutarak Cemel savaşına yolaçmışlardır. Cemel Savaşı Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam’da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye sorununun çözümüne girişti. Muaviye, Hz. Ali’yi Osman’ın ölümünden sorumlu tutuyor ve Şam’da bunun propagandasını yapıyordu. Hz. Ali’nin uyarıları sonuçsuz kalınca Hz. Ali ve Muaviye Orduları arasında Sıffin Savaşı (657) başlamış oldu. Hz. Ali’nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye’nin yakın adamı Amr İbn-ül As’ın, askerlerin mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını bağlatarak “Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun.” diye bağırtması sonucu Hz. Ali’nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu şekilde Amr’ın hilesi işe yaramış ve iki taraftan hakemler seçilmiş, bir sonuca ulaşılamamıştır. Burada Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan bir grup da Hariciler adını almışlardır. Böylece müslümanlar Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüş oluyorlardı. Hz. Ali vefatından önce Haricilere yönelik askeri bir harekat düzenlemiş, önemli bir bölümünü yok etmişti. 24 Ocak 661’de ise Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından uğradığı saldırı sonucunda şehid olmuştur.
Bu şekilde Emevi hükümdarı Muaviye iktidara yönelik siyasal amaçlarını ne pahasına olursa olsun elde etmeye uğraşmış, Sıffin’de Hz. Ali’ye yenileceğini anlayınca hileye başvurmuş ve Hz. Ali’nin vefatı ile Emevi saltanatını kurma amacına ulaşmıştır. Hz. Ali’nin vefatı sonrası Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler Hz. Hasan’a biat etmişlerdi. Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan’ı zehirletmekten de çekinmedi. Muaviye, Ehli Beyte ve Hz. Ali yandaşlarına her türlü eziyeti yaptırmış, camilerde Hz. Ali’ye lanet okutmuş ve kendisinden sonra oğlu Yezid’in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. Hz. Hasan’ın zehirletilmesiyle Yezid’in önünde en büyük engel olarak Hz. Hüseyin bulunmaktaydı.
Yezid ilk iş olarak Medine Valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak, özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. Doğal olarak Hz. Hüseyin’in Yezid gibi bir zalime itaat etmesi mümkün değildi. Hz. Hüseyin, Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle 4 Mayıs 680 gecesi, bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye gitti. Ayrıca, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmediğini ve Mekke’ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kûfe’ye davet ile kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin amcaoğlu Müslim’i uygun bir ortam sağlamak için Kûfe’ye gönderdiyse de Müslim Yezid’in adamlarınca yakalanarak idam edildi. Hz. Hüseyin Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığı sırada Müslim öldürülmüştü.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Kûfe valisi Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya islam sınırlarından birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek, yani Hz. Hüseyin’i öldürmekti. Çünkü biliyordu ki Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu. Sözde müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu iktidar uğruna kendi dinlerini kuran Peygamberin torununu ve ailesini katletmeye kararlıydı.
Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitab etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan savaşçıları öğleden sonraya gelindiğinde gittikçe azalmış bulunuyordu. Hz. Hüseyin de bu az sayıda insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi.Sonra çadırlar yağma edildi, hasta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendiyse de engellendi. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin tarafında şehid olanlar yetmiş iki kişi idi.
Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Bu olay o zamanki müslüman memleketleri halklarını o kadar etkiledi ki Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Kerbela Olayı İran ve Hicaz’da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin oluştu ve isyan hareketleri başgösterdi. Yezid’in Mekke ve Medine’ye saldırması ise bardağı taşıran son damla oldu. Özet olarak , camilerde Hz. Ali’ye küfür ettirilmesi, önce Hz Hasan’ın daha sonra da Hz. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamberin soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanına karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yolaçtı. Bu harekete Hz.Ali yandaşlığı veya Alevilik demek mümkündür.
Kaynak Doç.Ali Yaman
ALEVİLİK TARİHİ
Aleviliği tanımlarsak: Alevilik çeşitli kültür ve kültürlerin sentezidir. Pamir yaylalarından yani Çin Seddi’nden Adriyatik’e kadar uzanan coğrafyada; başka bir deyişle Ahmet Yesevi’den, Gül Baba’ya dek uzanan bir çizgide çeşitli kültür, uygarlık, inanç, töre, örf, gelenek ve görenekler ile kültlerin karışımı ya da eklentileriyle birlikte Anadolu’da harmanlanıp yoğrularak şekillenmiş; bir kültür, inanç ve yaşam biçimine dönüşerek sistemleşmiştir.
Ama, bu iş nasıl olmuştur? Yüzlerce yıllık uzun bir süreci gerektirmiştir. İslami şemsiye altına alınan tüm bu inançlar ve kültürler yoğrularak bir sentez haline getirilmiş, yeni bir sistem yaratılmış, yepyeni bir biçimle de sosyoekonomik temeliyle “toplumsal bir düzen” haline gelmiştir. Bence, Aleviliği işte böyle tanımlamak lazım.
Aleviliğin kurumlaşmış, kurallaşmış, çok özel sistemleşmiş yapısına Bektaşilik diyoruz. Bektaşiliğe dini literatür açısından bakıldığında; Caferi mezhebinin bir tarikatı olarak niteleyebiliriz. Ama, tasavvufi olarak popüler bir halk tarikatıdır.
Alevilik; Bektaşilik’ten farklı biraz daha gevşek ilişkilere sahip, yörelere göre değişkenlik gösteren, biçimsel farkı özde bütünleştiren bir anlayıştadır ki bu; “Yol bir, sürek bin bir” şeklinde ifade edilmiştir ve uygulanmıştır. Bölge ve yörelerde bu anlayıştan ritüel farklılıkları vardır. Bu bağlamda bir başka tanımlama ise; Kızılbaşlık nedir? diye soruyorlar, sık sık bize.
Kızılbaşlık daha çok Alevi, Bektaşi, Batıni, İsmaili, Kalenderi, Hayderi, Karmati, Ahi gibi tüm unsurların ideolojik bileşkesine yani doktirinel adına Kızılbaşlık diyoruz. Alevi Türkmenlerin siyasal ideolojisine bir Türkmen ideolojisi ve stratejisidir.
Bunun en somut adımını da, daha öncede Kızılbaşlık terimi olmasına rağmen Şah İsmail’de ideolojik olarak görüyoruz. Bu doktirinin temelini Şah İsmail atmıştır ve devlet iktidarına yönelmiştir. Kızılbaşlık öğretisini; Devlet iktidarını ele geçirmeye yönelik bir harekettir ve benim kişisel görüşüm de budur.
Şah İsmail ile Balım Sultan birlikte Kızılbaşlık teori ve pratiğini; Anadolu’da yapılan iki Türkmen kurultayında temelini atmışlardır.
Birinci toplantı: Erzincan’ın Tercan yöresindeki Saru – kaya yaylasında 1500’ün Yazında gerçekleşiyor. Bu kurultaya yüzlerce Türkmen oymak beyi ile Seyyid Ocakları dedeleri katılıyor. Tercan Kızılbaş Türkmen kurultayı sonucunda; Tebriz’de “Safavi Türk Kızılbaş Devleti” kurulmasına karar veriliyor. Tercan’dan büyük bir yürüyüşle, on binlerce insan Tebriz’i alarak, Kızılbaş devletini kuruyorlar.
İkinci toplantı: Sivas’ın Yıldızeli yöresinin Banaz – Bedirli arasındaki Sarıkaya yaylağında olur. Bu yaylanın adı daha sonradan Şah Yaylası olarak anılır. Bu toplantı 1509 yılında gerçekleşir. Kalender Çelebi; Hacı Bektaş Dergahı postnişini Balım Sultan, İstanbul’a II. Bayezıt tarafından çağrıldığından onun adına toplantıya iştirak eder. Pir Sultan Abdal, Kul Himmet gibi Alevi ileri gelenleriyle Türkmen beyleri ve dedeleri kurultaya katılırlar ve Şah İsmail’den İstanbul’u almasını isterler.
Şah İsmail; Türkmen beyleri ile Seyyid Ocakları dedelerinin bu isteklerini reddeder. Uzun tartışmalar sonucu yeni kurulmuş olan Safavi Kızılbaş devletinin stratejik hedefi ve sınırları belirlenir. Bu çerçevede amaca yönelik olarak çalışmalara geçilir ve tüm Anadolu’daki Türkmen oymaklarından Asker toplanır ve maddi destek sağlanması için harekete geçilir. Dedelere ve Türk beylerine önemli görevler verilir.
Günümüze geldiğimiz de ise; bu üç terim, “Alevilik – Bektaşilik – Kızılbaşlık” iç içe geçmiştir ve aynı anlamı ifade etmektedir. Alevi toplumunun “Kızılbaşlık ütopyası” Mehdi beklentisine bırakmıştır. Alevi toplumu 18. yüzyıldan sonra “Tefekkür dönemi”ne girerek “Derunî Tasavvuf” ile içe yönelip kapanarak, kendilerini “kaderciliğe” terk etmişlerdir. Ama bu durum teslimiyet anlamına gelmemiştir. Alevi toplumu diğer bir deyişle; “Pasif direniş stratejisi”ni benimseyerek uygulamaya koymuştur. Cumhuriyet döneminde de bu anlayışını “Demokrasi ve Laiklik” ilkelerini sahiplenerek ve Hukukun üstünlüğünü, Sosyal Devleti savunarak her platformda ve siyasi görüşleriyle bireysel veya toplu olarak ifade etmişlerdir.
Alevilik nasıl çıkmıştır. Aleviliğin kökeni nereden kaynaklanmıştır? diye başa dönersek.
622 yılında Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye Hicret (göçü) ile birlikte Medine’de yeni bir “Site Devleti” oluşturur. Bu site devletinin oluşumunda belirli kurallar getirmesi gerekir. Çünkü, orada (Medine’de) Arap müşrikler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, göçmenler, yabancı tüccar – tefeci – bezirgan var; bağımsız Arap aşiretleri var, kozmopolit bir yer sanıyorum 1500 civarında da Müslüman nüfus var.
Medine’ye Hicretinden üç ay sonra (622) de: Hz. Muhammet, Müslümanları toplayarak aralarında bugün “Medine Vesikası” dediğimiz, 23 maddelik bir sözleşme imzalarlar. Daha sonra bu antlaşma diğer sosyal bloklar olan; Müşrikleri, Arap Kabileleri, Yahudileri, Hıristiyanları, tüccarları vs. katılımıyla ve imzalarıyla 52 maddeye çıkarılır. Yani o günkü “İslam Devleti Anayasası” hazırlanır ve çerçevesi çizilir.
“Medine Vesikası”nın maddelerinin içinde “kardeşleşme akdi” organizasyonu dediğimiz bir madde vardır ki çok önemlidir. İşte Aleviliğin esasının temelinin atıldığı bir maddedir ki; bununla “Musahiplik Kurumu” oluşturulmuştur. Yani bu maddeyle, Muhacir ile Ensar musahip olur.
Musahiplik ile ilgili Kuran’da belirli ayetler var. Ensar ile Muhacir’in kardeşleşme olayı bir nevi “komünel bir hayatı” öngörüyor. Yani, Şeyh Bedreddin’in formüle ettiği ve sloganlaştırdığı: “Yarin yanağından gayri her şeye ortaktır.” Organize ve yapısal oluşumu; ortak mülkiyeti, paylaşımı, üleşimi, dağıtımı ve tüketimi; Kuran’a ve Sünnet’e dayanarak gündeme getirmiştir. Şeyh Bedreddin’in bu “Toplumsal projesi”ni hayata geçirmek isteyince de “egemen güçler” tarafından 1420 yılında asılmak suretiyle idam edilmiştir. Serez’den getirilen kemikleri II. Mahmut’un mezarının bulunduğu mezarlıkta gömülmüştür. Büyük Alevi önderi olan Şeyh Bedreddin’e “Alevi – Bektaşi toplumu” sahip çıkmamaktadır. “Solcu geçinenler” ise onun düşüncelerini kullanmaktadırlar. Bu tip anlayışı ile bizi bir yere götüremez. Tarihi değerlerimize, ulularımıza, önderlerimize sahip çıkmalıyız. Geçmişi olmayan bir toplumun geleceği de olmaz. Ahlakî olarak; birey ve toplum olarak sorumluluk duyarak, “Etik bir duruş” sergilemeliyiz, uymalıyız ve fiilen yaşama geçirmeliyiz
“Medine Vesikası”nı ilk kez dünyada ortaya çıkaran ve İslam Aleminde tartışmaya açan Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’tır. On bir dil bilen dünya çapında bir İslami araştırmacıdır. Türkiye de aktüel gündeme getiren ise Ali Bulaç’tır. Sol ve İslami kesimlerde “Medine Vesikası” tartışılmasına rağmen; benim dışında “Alevi yazar ve araştırmacı”larında Medine Vesikası gündeme gelmemiştir. Çünkü Alevi yazarlar beşi altısı hariç hala hurafeler yazarak “Alevi toplumu”nu uyutmaktadırlar.
İlk mescit ya da cem evi dediğimiz mekan Mekke’de gizli olarak Müslümanlar’ın toplandığı evdir. 615 yıllarından itibaren tutulan bu evde toplantılar yapılıyor. 618 yılında illegal bir örgütlenmeyle cem ibadeti bu evde eda ediliyor. Hz. Muhammed’in bizzat kendisi bu organizasyonu yapıyor.
Mekke’deki bu gizli evde; Hz. Ali, Bilalî Habeş, Kürt Gavan, Romalı Süheyl, Türk Süreyş, Selmani Faris gibi devrin ulemalarının yanı sıra Abu – Zer – Gaffari gibi Arap Kabile şefi ve aristokrat, büyük filozof ve tasavvufçu da vardır, ve cemleri yürütmektedirler.
Hz. Muhammed, Medine’ye göçtükten sonra; kendine bir ev yaptırır. Yanına da “mescid-i Nebevi” denilen mescit ve “Suffa Okulu” ile aş evi, misafirhane, at evi, develerin kalacağı yerler gibi müştemilat inşa ettirir. İşte Hz. Muhammed’in bizzat mimarlığını yapıp projesini çizerek ve aynı zamanda çalışarak inşa ettiği bu külliyeye ilk cem evi (proto – cem evi) diyoruz.
Hz. Muhammed’in yürüttüğü cem ve zikir ayini, dini ritüeller; “Hakk’la hak olmak”tır. Bu dönemde Ayn-ı Cem’lere “Semah ritüeli”ni Abu Zer Gaffari eklenmiştir. Semah coşkulu vecd dönümü de Hz. Muhammed fiilen kendisi de icra ederek onaylamıştır. Kırklar cemi dediğimiz bu ibadette yer alan insanlar, sahabeler aynı zamanda Hz. Muhammed’in “Danışma Meclisi”ni oluştururlar.
Bu günkü üniversite seviyesinde olan Hz. Muhammed’in kurduğu “Suffa Okulu”nda Kırklar Meclisi’nde görev alan Hocalar, mutasavvıflar öğrencilere ders verirler. Çeşitli milletlerden olan bu öğretmenler; Matematik, felsefe, şiir, astronomi, İslami bilgiler ile diğer dinlere; Mecusilik, Hıristiyanlık, Musevilik, Hanefilik vb. ait konu müfredatları işlerler. Kadınlar erkeklerle eşit ve özgür konumdadırlar. Hz. Muhammet döneminde kadın hakları çok ileri bir durumdadır, Sünniler bu durumu görmezlikten geliyorlar. Ama, Aleviler kadın haklarını aynen korumuşlardır.
Hz. Muhammed’in uygulamalarına böyle bakılınca demek ki; Musahipliğin temelleri, cemin temelleri, Darın temelleri bu dönemde atılıyor. Alevi inanç kurumları bu dönemde oluşuyor.

Nasıl atılıyor darın temelleri.

Alevilik’te Dar ve Pirleri olarak: Dar-ı Fatıma ve Hz. Fatıma, Dar-ı Mansur ve Hallac Hüseyin İbn-i Mansur, Dar-ı Fazlı ve Fazlullah Hurifi, Dar-ı Nesimi ve Seyyid İmameddin Nesimi adları ve ritüelleri geçmektedir. Bu tip dar ibadet biçimlerini ve şekli duruşları simgelemektedir. Dar bu zatlarla başlıyor.
Alevilik’de Dar Kurumu bir hukuk sistemi fıkıhı ifade etmektedir. Alevilik’de her türlü hukuku sorunu Dar Kurumu içinde çözümlenmiştir. Dar Kurumunun da temellerini Hz. Muhammet, Medine Site Devleti’nde “Medine Vesikası”yla sağlanmıştır. Aynı zamanda Kuran’da da bu konuda ayetler vardır. Hukuk, Adalet, Hakk’a niyet, gibi ilkeler Kuran’ın muhteviyatında tümden var olduğu gibi çeşitli konularda tek tek ayetlerde de mevcuttur.
Medine Site Devletinin kurucuları Hz. Muhammed’i devlet başkanlığına getiriliyor. Her sosyal bloktan da Hz. Muhammed’e danışmanlık yapan insanlar var. Bu devlette her sosyal blok; kendi inançlarını serbestçe eda edebiliyor, hukuk sistemini uyguluyorlardı. Medine site devleti; çok inançlı çok hukuklu, çok kimlikli, çok kültürlü bir devlettir. Yani bu devletin cemaatlerini oluşturan; Müşrik Arapların, Yahudilerin, Hıristiyanların, Kabilelerin, Tüccarların, Müslümanların kendi iç işlerine uygun hukuku normları vardı ve onları uyguluyorlardı.
Hz. Muhammed tüm bu toplum ve sosyal blokların başkanı ve Hakem’i olup; sadece Müslümanların “Hakimi yani yargıcı” idi. Hz. Muhammed diğer cemaatlerin, gayri – Müslimlerin yargılanması ve sorgulanmasında tarafsız bir kişi olarak hakem olarak görev yaparak onların hukuklarının uygulamasına nezaret ediyordu. Halbuki, Müslümanlar için, Hz. Muhammed yargıç olarak cezalandırıcı, uygulayıcı, yaptırımları kendi tekelinde toplayan bir otorite idi. Yani ayn-i cemlerde Sercem olarak görev yapan mürşid gibi “Dar”ı, “halk mahkemelerini” icra eden bir yönetici ve hakimdir.
“Ahmed-i Muhtar Makamı” olan ve “Hakk – Muhammed – Ali meydanı”nda kurulan “düşkün görme ya da sorgulama, aklama, soruşturma, koğuşturma” darında; dede hakim olur, cemaatteki canlarda jüri olarak görev yaparlar.
Hz. Muhammed de Müslümanların yargılanmasında bir “Mürşid”tir. Dedeler de aynı şekilde “Muhammed”i temsilen o makama oturarak görev yaparlar. Aleviler’deki Dar geleneği de Hz. Muhammed’ten kalma olduğu için tarih boyunca: Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde Sünni kadılara gitmemişler; hukuki sorunlarını kendi içlerinde “Rehber – Pir – Mürşid” yargıçlığında çözmüşlerdir.
Bazı araştırmacılara göre; Medine’de uygulanan bu hukuki sistem üç yıl sürmüştür. Bazılarına göre ise, 632 yılına yani Hz. Muhammed’in Hakk’a yürüyünceye kadar sürmüştür.
Ebu Süfyan ve Mekke Aristokratların Müslüman olmasından sonra, İslam Devletini Ebu Bekir, Ömer, Osman, Muaviye taraftarları ele geçirirler. İslamiyet’in içini boşaltarak, zahiri görünümüyle kendilerine hizmet aracı olarak kullanırlar ve otoriter bir ideoloji haline getirirler.
Hz. Muhammed’in uygulamalarını ve Kuran ilkelerini Hz. Ali yanlıları yaşama geçirerek; Musahiplik, Cem, Dar, İkrar gibi sosyal ve hukuki, adil ve adaletli, toplumsal ve dayanışma içerikli İslam’ı yaşarlar ve yaşatırlar. Bu İslam’i anlayışı da bugüne kadar, Aleviler yaşatmışlar

Cem; Hz. Muhammed’in “İsra ve Mirac” olayı ilişkin olarak, 615 – 618 yıllarında gerçekleşmiştir. Hz. Muhammed, Allah ile görüşmesi sonrası Cemevi’ne uğrayarak 17’si kadın 23’ü erkek sahabiye olayı, anlatır. Toplantı da bulunan Abuzer Gaffari; Hz. Muhammed’e Allah’ın nasıl olduğunu sorar. O da bir nur olduğunu söyler. “Kırklar Meclisi” ya da “Kırklar Cemi” dediğimiz bu ibadet erkanında; Hz. Ali, Hz. Hatice, Hz. Fatıma, Habeşli Bilal, Bizanslı Süheyl, Türk Süreyç, Kürt Gavan, İranlı Selman, Arap Aristokratı ve Filozofu Abuzer Gaffari gibi 40 insan vardır.
Bugün bizim “Halka Namazı” dediğimiz ve Miracname duazdehi söylenerek üç kez; ruku, secde ritüelleri eda edilerek “salavat” getirmesi ve rekatların kılınması; Hz. Muhammed’in mirac dönüşünden kalmıştır ve Allah’ın emrettiği bir ibadet biçimidir.
Allah; “Adem’i kendi sıfatımda yarattım” buyruğu üzerine, Mirac sonrası “yüz yüze, cemal cemale” namaz kılınmıştır. Bu güne dek de Aleviler bu ibadet şeklini uygulamışlardır.
Semah’ın Piri Abu – Zer – Gaffari; evreni simgeleyen dönüş ritüelini yani semahı, coşkulu vecdi, cem içinde eda ederek, “mutlak-ı Vücud” ile yeknasak olmayı ruhaniyetini getirmiştir.
Selman-i Farisi, Kuran’ı Farsça’ya çeviren büyük bir filozoftur. Abuzer Gaffari gibi Selmani Farisi de bir çok dil bilen, bir çok dinin ve inanışların tarihini ve felsefesini özümsemiş, ama onları reddederek Müslüman olmuş zatlardır. Romalı Süheyl; Grek (eski Yunan) felsefesini bilen bir Bizanslıdır. Türk Süreyç’de Hz. Muhammed’in “Kubbet’ül Türk” adlı çadırı yapan iyi bir zanaatkar ve Gök Tanrı inancı dahil Türk töresine ve örfüne vakıf bir kimsedir. Yine Kürt Gavan’da aynı şekilde Kürtler’in geleneklerini inançlarını çok iyi bilen bir filozoftur. Afrika’dan gelmiş bir zenci köle Bilal da bir bilgin kişidir. Hz. Muhammed’in etrafında günü birlik olan bu 40 kişi devrinin çok önemli simalarından olup, danışmanlarıdırlar. Bu insanlar “Suffa Okulu’nda öğrenci yetiştirerek, bu yetişen elemanları “İslam Misyoneri” olarak başka ülkelere İslami tebliğ için gönderiliyorlardı. Suffa Okulu’nda yetişen insanlara “Ashab-ı Suffa” denmektedir ki, bunları bizzat Hz. Muhammet de eğitmiştir.
Bugünkü Alevilik inancında olan kavramları, kurumları ve ritüelleri Kırklar Meclisinde şekillenmiştir. Alevi tapınma biçimlerin kökenini Hz. Muhammet – Ali dönemindeki “Kırklar Cemi”nde görmek mümkündür.
Halife Osman, Mervan, Muaviye yanlıları “Şam ve Mekke tefeci, bezirgan, tüccar” sınıf ve katmanları “Müslümanlığı” ikinci plana iterek, geleneksel Arap örf ve töresini ön plana çıkarıyorlar, kölelik düzenini yeniden hortlatıyorlar. Hatta daha Hz. Muhammet döneminde bu ilişkiler başlıyor. Eski bir köle olan “Useme”yi Hz. Muhemmed orduya Başkomutan olarak atına karşı çıkıyorlar. Köleden komutan olmaz gerekçesiyle onun emrine girmiyorlar. Ama Hz. Ali ve Ehlibeyt taraftarları Usame’yi olumluyorlar. Daha, Hz. Muhammet döneminde Müslümanlar iki fırkaya ayrılıyorlar Hz. Ali yanlıları (Aleviler); Bekir – Ömer – Osman – Muaviye taraftarları (Sünniler) olmak üzere siyasi, sosyal ekonomik ve inanç yönünden sürtüşmeler başlıyor ve günümüze kadar geliyor.
Sizin de belirttiğiniz gibi Hz. Ali, İslam’ı sahipleniyor. Muaviye ise eskiye dönüş yaparak Arap ırkçılığını savunuyor ve Aristokrat bir aileden geldiği için eski statüsüne yeniden kavuşma mücadelesi veriyor, sonucunda da Emevi Devleti’ni kuruyor.
Prof. Dr. Fuat Köprülü; Emevi Devletini Bizans ve Sasani devletlerinin adaptasyonu olarak görüyor. Ama, Hz. Ali’de böyle bir şey yok. O saf ve masum bir şekilde İslamiyeti bütün kural ve kurumlarıyla uygulamaya çalışıyor. Hz. Ali, İslami sistemi Hz. Muhammed döneminde olduğu gibi eşitlikçi, sevgiye ve dayanışmaya toplumsal bir düzen kurmaya çalışıyor. Yine Hz. Muhammed’in cemlerde 17 kadın Sufinin bulunduğu şekilde sekuler bir bakışla kadın haklarına gereken önemi veriyor. Ayşe kendisine başkaldırmasına karşın onu affediyor.
Muaviye ne yapıyor, tüm moderniteliğine rağmen; cariyeliği ve köleliği yeniden hortlatıyor ve bu anlayışta Osmanlılara değin geliyor. Bazıları ilericilik ve solculuk adına Alisiz Alevilik diyerek, kör bir bakış ile modernite adına da egemen Arap ırkçılarını destekleyerek, Muaviye’nin tarafında oluyorlar. Zalimlere sırtını dayayan sözde solcular köleleri ve yoksulları savunan Hz. Ali’ye karşı çıkarak kendi ideolojik duruşlarına da ihanet ettiklerinin farkında bile değiller.
İslam Sufiliği Suffa okulunda yetişmiş Ashab; Acem ve Türk ilerilerine giderek tasavvufu yaymışlardı. Hz. Ali’nin ordusunda yetişmiş ve Mutezile Ekolünün temsilcisi Wasil bin Ata el – Gazzal (Ö. 743), aklı temel alarak yaratılmış Kuran teziyle öğretisini yaygınlaştırmıştır. İslam Fıkıh’ını ilk yazan 4. İmam Zeynel – Abidin’dir. Hz. Ali torunları ve yanlılarının fikri oluşumları eylemsel alanlarda da görmekteyiz. Hz. Hüseyin’in Kerbela direnişinin ardıllarını Zeynel Abidin’in oğul ve torunlarında da isyan şeklinde tezahür eder. Muhtar el Sakafi ve Eba Müslim Horasani hareketleri de Ehli – beyt yanlısı başkaldırılardır.
Tüm toplumsal olaylar sonucu; Hz. Ali soyluları Türk bölgelerine ve Acem illerine kaçarak yöre bey ve hükümdarlarına sığınırlar. Emevi ve Abbasi zulmüne dayanamayan binlerce Ehli – Beyt yanlıları da doğuya doğru, Pamirler’e, Moğolistan’a kadar gidiyorlar.
Hz. Ali’nin torunları ve soyluları erkek ve kızlar Türk beylerinin çocuklarıyla evlenerek Türkleşiyor. Bey ve seyyid torunuyla birlikte sayınlık ilişkisini içinde olan Türk – Ali soylulardan hükümdar olanlar da bulunmaktadır. Ünlü gezginci Abu Dulaf Misar bin Muhalhil ve V. Minorsky ile Prof. Dr. Emel Esin; Oğuzlar, Karluklar, Bağraçlar, Hakaniler, Uygurlar, Çığıler gibi Türk boylarında Aleviler çoğunluğu oluşturduklarını yazmaktadırlar. İlk kez Alawi – Alevi terimi Hz. Ali soyluları için 9. yüzyılda tüm taraftarları için de 10. yüzyıldan itibaren kullanıldığını bu dönemdeki, Seyahatnameler de Coğrafyalarda, Lügatlarda kesin kes belirtilmektedir. Hatta, Satuk Buğra Han ve kurduğu Karahanlılar devleti 960’larda toplu olarak Aleviliği benimserler.
İmam Bakır, İmam Cafer-i Sadık ve İmam Musa-i Kazım’ın eğittiği öğrenci sufileri; Maveraünnehir’den Pamir’lere değin giderek Alevi öğretisini yayarlar ve irşat ederler.
8’inci İmam Ali – er Rıza Horasani bizzat Türk illerine giderek orada evlilikler yapar. Musa-i Kazım’ın 70 civarında olan kız ve erkeklerinin de büyük çoğunluğu Türklerle evlenir. Hace Bektaş-i Veli de bu tip evliliklerden olmadır.
Hz. Ali’nin torunları da Horasan’a ve Türk beylerine sığınır, orada evlenirler. Hace Ahmed-i Yesevi de böylesi bir ilişkiden doğma olup, Türkmen Şeyh’i Arslan Baba’nın yanında yetişmiştir.
Uygurların tarihini incelediğimde; Mani ve Şamanist olan bu Türk boyu Aleviliği benimseyerek, Hz. Soylularına büyük bir itibar göstererek, katagorik olarak 1. sınıf kabul ederler ve saygı gösterirler. Hz. Ali soylu seyyidleri diğer Türk boy ve oymakları da görmekteyiz. Türk beyleri yada çocukları Hz. Ali soylularla evlilikler yaparak Seyyidlik payesi almışlardır.
12’inci İmam Muhammed El – Mehdi (874 – 8..)’nin büyük gizlilik dönemine (Gaybet-i Kübra) girdikten sonra imamet dönemi kapanıyor. Yani 9. yüzyıldan sonra Seyyid Ocakları dönemi başlıyor. Müştehid konumunda olan Seyyidler kendi çevresinde bir ekol – okul olarak Alevi öğretisini yayıp, müritler oluşturarak örgütleniyorlar.
İmam Bakır ile öğretmeni Abdullah Bin Seba arasında geçen konuşmaları içeren “Ummu’l – Kitab” nüshaları Pamir yaylalarına değin Sufiler tarafından götürülerek halka Batıni Tasavvuf öğretiliyor. Ummu’l – Kitap imam Cafer buyruğunun ve Şeyh Safi buyruğunun temellerini oluşturuyor. Bu günkü Alevi öğretisinin ilkeleri olan 4 Kapı 40 Makam genel kurallarını andığımız ve 7 veya 8. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen el yazma kitapta görmek mümkündür.

Evet. Yani Batılı bilim adamlarının da ısrarla belirttikleri gibi Muaviye sanırım devlet iktidarını elinde bulundurmasının sonucu da kendi soyunu ilk önce devlet içinde resmileş-tirip, kökleştirerek iktidara getiriyor ama aynı zamanda da bir modern devletin temellerini atıyor. Bunu yaparken de ileriye dönük Arap fikrinin, Arap milliyetçiliğinin, Arapçı-lığın da aslında temellerini bir ölçüde atıyor. Bunun karşısındaysa Hz. Ali daha çok Peygamber’den aldığı manevi yapıyla, batını yorumlarla İslamiyet’in daha çok ahlaksal, eşitlikçi, özgürlükçü, sevgiden, dayanışmadan yana olan yorumunun temsilcisi haline geliyor?

Şimdi burada Prof. Dr. Fuat Köprülü Emevi devletinin Bizans ve Sasani devletinin adaptasyonu olarak görüyor. Ama Hz. Ali’de böyle bir şey yok. Yani hani o İslamiyet’in çıkışındaki Hz. Muhammed döneminde ki eşitlikçi, dayanışmacı, özgürlükçü… kadınlar mesela ceme geliyor; 17 kadın o dönemde cemde kadınlara da bir özgürlük var. Ama ne yapıyorlar Emevi devleti kurulduktan sonra kadınlar ikinci plana itiliyor. Yani cariyelik, kölelik hemen hortluyor.
Hz. Muhammed ticaretle uğraştığı için küçük yaştan 40’ına kadar Türkler’le yüz yüze gelmiş. Türkleri iyi tanıyor, onların törelerini çok iyi biliyor. Araplar da tef çalma geleneği var, bu gelenek Kadiri ve Rufai tarikatine geçmiş. Türkler’deki saz, bağlama, çoğür, kopuz çalma ve deyişler eşliğinde Semah dönme geleneği de İslam ile birlikte Aleviler’e geçmiştir. Mevlevilikte de ney üfleme, kudem çalma geleneği vardır. Bunlar yerel ve ulusal özelliklerdir.
İmam Bakır; “Kim ki dedem Hz. Muhammed’e cahil, okuma – yazması yoktur diyorsa, o kafirdir. Hz. Muhammed; 72 dile vakıftı, bir kısmını okuyup yazıyordu, bir kısmını ise sadece konuşabiliyordu”, demektedir ki bizde buna inanıyoruz. 40 yaşına kadar ticaretle iştiğal eden bir insan, kervanlarla Mısır, Bahreyn, Şam, İran, Anadolu’nun belli yörelerini gezen dil bilmemesi, okuyup yazma öğrenmemesi mümkün değildir. Sattığı malın hesabını yapacak kadar okur yazar olması bir gerçektir. “Ümmi” saf ve temiz anlamındadır, cahil anlamında değildir. Sünni anlayış Hz. Muhammed’i böyle telakki etmektedir. Aleviler ise, onu bir dahi, filozof, okur – yazar bir zat, Mürşid-i Kamil olarak görmektedirler.
Bu nedenli Hz. Muhammed bölgedeki halkların, kavimlerin, ırkların dinlerini, törelerini, geleneklerini, dillerini, tarihlerini, bilmektedir. Türkleri, Acemleri, Rumları, Ermenileri, Yahudileri, vb. yüzlerce halkın kültür ve örfüne vakıftır.
Orta – Asya Türklerinde olan Gök – Tapınaklarındaki Gök – Tanrı inancı, Atalar, Tabiat, yer, su, kaya, mağara kültlerini İslamiyet’te de motif olarak görmek mümkün. Hz. Muhammed’in Hıra Mağarası’nda zikretmesi ve Vahiy gelmesi, Arafat dağı ve Mina ziyaretleri ve Şeytan taşlanması, Zemzem suyu gelenekleri eski inançların bir devamı niteliğindedir.
Hace Bektaş’ın Delikli Kaya Mağarası’nda zikretmesi, barış elçisi olarak güvercin donunda gelmesi, İslamî – Türk inanç motifleridir.
Yine benim de dedem olan Şeyh Hasan’ın 12. yüzyılda Horasan’dan gelerek Arapgir’in metruk Bizans köyünün bir mağarasında zikredip, tevhit çekmesi, tekmeleriyle su çıkarması kerameti eski inanç gelenekleridir.
Hacı Bektaş’ta delikli taştan geçmek ile Onar köyünde öksürük deliğinden geçmekle günahlarından af olunacağı inancı İslam öncesi motiflerdir. Bu tip örnekleri çoğaltabiliriz. Eski Arap ve Türk geleneklerinde benzer motifler ve inançlar örtüşmektedir. Ama Türk ve Arap toplumlarının siyasal, toplumsal, sosyal, ekonomik yapılanma açısından İslamiyet’in yani Hz. Muhammed döneminde çok farklılıklar vardır.
Türk topluluklarda “Kölecilik Sistemi” yoktur. Araplarda bu sistem vardır ve bu dönemde de devam etmektedir. Hz. Muhammed, kölecilik sistemini kademeli olarak kaldırır ve sonuçlandırılmasına yönelir. Çünkü İslamiyet’in özünde inanın insana kul ve köle olmasına karşıdır. Her insan eşittir. Hz. Ali’nin dediği gibi yaradılıştan insanlar eşittir, Müslüman olmalarıyla da kardeştir.”
Fakat, Emevilerle birlikte Arap toplumunda kölecilik yeniden hortlatılmış. Müslüman olsalar bile diğer ırklardan olanlar köle sayılmışlar ve Meval olarak kabül edilmişlerdir. Arap ırkçılığını başlatmışlardı.
Emevi Valileri Haccac ve Kuteybe’nin yaptıkları katliamlar insanlık tarihinde kara bir lekedir. Şehir girişlerinde sağlı ve sollu kurulan çarmıhlara kilometrelerce uzunlukta yol kenarlarına Türkler asılıdır. Kadınlar ve kızlar Şam ve diğer Arap şehirlerine göle olarak sevk edilirler. Kuteybe, Türk şehirlerini 13 yıl kan ve ateş kasırgası haline getirir. Haccac ve kuteybe Türk yerleşim birimlerini yerle bir eder, Türk medeniyeti yok edilir, insanlar; 10. 000’lik 12. 000’lik gruplar halinde kılıçtan geçirilir.
717 yılında Emeviler’in Horasan Valiliğine atanan Yezid b. Mühelleb; Dahistan ve Taberistan’ı zorla ve katliam sonucu ele geçirir. Arap komutan Yezit; Cürcan Türkler’inden 12 000 kişiyi kılıçtan geçirir. Cürcan’da 4 fersah (24 km.) uzunluğundaki bir mesafeye dar ağaçları diktirerek buralarda Türkleri astırır. Kaynaklara göre Cürcan’da öldürdüğü Türk sayısı 40. 000’den fazladır.
Emeviler; Türk, Kürt, Mısır, Pers, Mezopotamya uygarlıklarını ve kentlerini yerle bir ederler. İslamiyet adına Arap ırkçılığı ve sömürüsü görülmedik katliam, acı, kan gölü haline getirir işgal ettiği bölgeleri.
Eba Müslim Horasani 750 yılında Türkler’den oluşturduğu bir orduyla Emevi zulmüne son verir. İktidarda olan Abbasiler de kısa bir müddet sonra Emeviler gibi Arap milliyetçisi olurlar. Eba Müslüm’ü öldürürler.
Türkler’deki milliyetçi şuur yok olmaz, halk içinde yaşatılır. Selçuklu ve Osmanlılar da Türkçe’nin hakimiyetini göremiyoruz. Halkın konuştuğu dilin Türkçe olmasına karşın ilim dili Arapça, Edebiyat dili Farsça’dır. Dünyada 6000 dil ve lehçe gelip geçmiştir, bu gün 3000’e yakını konuşulmaktadır. Diğerleri erimiş gitmiştir. Araplar’ın Türklere yaptığı en büyük kötülük dille ilgilidir. Türkler’in alfabesi vardır. 23 yazgaçtan oluşan Uygur yazısı da tüm Türklerin yazısı olur. 732 yıllarında yaşama geçen bu yazı Araplarca yok edilerek Türkler’in kendi harfleriyle yazı sanatını da yok etmişlerdir. Hace Bektaş Veli’nin ilkelerini benimseyen ve iktidar olan Karamanoğlu Mehmet Bey ilk kez Anadolu’da konuşma ve yazı dilinin Türkçe olması için ferman yayınlar. Bu ferman Anadolu Türk Kültür tarihi için önemli bir olaydır.
Tekrar Orta – Asya’ya dönersek. Oğuz Boyları 940 yılında Cent şehrinde bir Kurultay toplarlar. Bu kurultayın gündemi üç maddeliktir: Birincisi Başbuğ seçimi, ikincisi yön seçimi, üçüncüsü din seçimidir. Oğuz boyları içinde en zayıfı olan Kınık Boyu beyi Selçuk Bey Başbuğ seçilir. Moğol saldırısı ve kuraklık nedeniyle yön batı seçilir. Çeşitli dinlere ve totemlere mensup Oğuz boylarının birliği içinde İslamiyet’in muhalif kanadı olan Hz. Ali, Şia yani Ehlibeyt öğretisi olan Alevilik inancı benimsenir. Böylece Türkler’in Horasın’dan koloniler halinde batıya Anadolu’ya sökünü başlar. Türkler töreleriyle, gelenekleriyle On İki İmam öğretisi bütünleşirler. Türk kültürel birikimin özü muhafaza edilerek İslami kabuk ile sıralanır. Eski Türkler’in dini Gök – Tanrı inancı ve ritüelleri, Şamanizm, Budizm, Mani, Mazdek, Zerdüştlük, gibi uzak ve Orta – Asya kültür ve kültleri İslami şemsiye altında Anadolu’ya taşınır. Anadolu’daki Rum, Ermeni, Kürt, Zaza halklarının inanç ve kültürleriyle yeniden entegrasyona girer. Türk Heterodoksisi Anadolu’daki antik kültür ve inançlarla, Heterodoks Hıristiyan’lık, Monophizm – Nestorianiz, Yezidilik, Mecusilik, Süryanilik, Paulikienizm – Bogomilizm gibi çeşitli inanç sistemlerinin öğeleriyle harmanlanır, yeniden biçimlenir ve sonucunda: “Bir yaşam biçimi bir inanç sistemi, bir toplumsal yapılanma düzeni” haline gelir.
Orta – Asya’daki Gök – Tapınaklarındaki mimari özellikler ve dini ritüellerin benzer özelliklerini Anadolu’da Hitit Tanrı – Evlerinde de görmekteyiz. Örtüşen bu iki tarzı sentez olarak da Cem Kültür Evlerinde somutlaşmıştır. İslam – Türk Heterodoksu dediğimiz Alevilik insanlığın ortak evrensel değerler yumağıdır. Bu yumak çözüldüğünde görülecektir ki, Çin Seddi’nden Tuna boylarına, Kafkasya’dan Mısır’a Yemen’e kadar uzanan coğrafyayı kaplayan devasa bir örümcek ağıdır. Ama renga – renk bir Türkmen kilimi gibi işlenmiş, dizayn edilmiş, dokuları uyumlu biçimlenmiş bir yeryüzü örtüsü. Ulusal renklerin olduğu bu evrensel inanç, Alevilik İslam merkezlidir. Örümcek ağındaki çekilen iplik nasıl merkeze doğru hareket ediyor. Yani kaynağını Kuran’ı Kerim’den almaktadır.
Abbasiler döneminde de Hz. Ali soylularına göz açtırılmaz. Onlar da Abbasi iktidarına karşı yer yer başkaldırır.
Abbasi halifesi Memun; 24 Mart 817’de Mervan’de görkemli bir tören ile ırsı varis olarak 8. İmam Ali Rıza’yı halife tayin eder. Halife Memun’un akrabalı ve Abbasi soyluları bu durum karşısında direnişe geçerler. Abbasi komutanı direnişi bastırmalarına rağmen Halife Memun bu olaylardan ürkerek, İmam Rıza’yı 5 Ekim 818 günü zehirleterek öldürtür. İmam Rıza’nın bütün akrabalarını da Deylem bölgesine sürer. Bu olay Alevi tarihi açısından önemlidir.
Battal Gazi’nin dedesi Ali’yyüz Zahid – Medeni 8. yüzyılın son çeyreğinde (775 ?) Malatya’ya gelerek yerleşir. 4. İmam Zeynel Abidin’in oğlu Zeyd’in soyundan gelen ve Anadolu’da “Üç Seyyid Ocağı” çıkaran; Muhammed il – Aksasi’nin oğlu Ali – yyül Medeni ve Amcası El – Hasan – üz Zahid; Medine’nin Aksas Köyü’nden Malatya’ya gelirler. Bu iki Seyyid Ailesinden; Ağu içen Ocağı, Mineyik Ocağı ve Veli Baba Ocağı çıkar ve soyları da bugüne kadar gelir. Bu ocaklar Anadolu’nun ilk dede ocaklarıdır. Bu üç ocak da önemli bir işlev görmüşlerdir.
Battal Gazi, Malatya merkez olmak üzere Ankara’dan Varto’ya, Adana’dan Kürtüm’e kadar olan bölgede Ehlibeyt inancını yayıyor. 9. ve 10. yüzyılda bu bölgede İslam yaygınlaşıyor. Yöreye Türkler de gelerek koloniler halinde yerleşiyor.
Yukarı Fırat Havzası’nda bu dönemde Heterodoks Hıristiyan olan ve Pavlikenler denen bir halk yaşamaktadır. Bu halk Araplarla birlikte olup zaman zaman Bizanslılara karşı savaşmışlardır. Doğanşehir, Arguvan yöresinde yerleşik olan bu Pavlikenler, bir ara Divriği’yi başkent yaparak bir devlet kurarlar.
Battal Gazi destanların baktığımızda; Abdülvehhab Gazi Anadolu’ya gelen ilk Türk beyidir, Ahmet Turan Rum asilzadesidir, Şemmas Pir bir rahiptir, Eflehun, Rabi, Kaytur, gibileri Hıristiyandır, yine Mah Piyruz, Gülendam, Aden Banu, Ketayun adlı kadınlar Hıristiyan bey kızlarıdır. Tüm bunlar şu husus göstermektedir ki, Battal Gazi’nin Alevileştirdiği halk Pavlikenlerdir. Bu Pavlikenler dediğimiz halk bugünkü Zazalar’ın atalarıdır.
Bizanslılar kendilerine karşı olan Pavlikenler 9. 10. 11. yüzyıllarda sürekli savaşarak Fırat ve Kızılırmak boyundaki kale ve yerleşim birimlerini yerle bir ederek bir çoğunu yakalayarak Trakya ve Balkanlara sürer. Bizanslıların elinden kurtulanlar da Munzur Dağları’na sığınırlar. Bu gün Tunceli bölgesindeki Zazalar bunlardır. Nuri Dersimi’de atalarının Bizanslılarca Trakya’ya sürüldüğünü “Dersim Tarihi”nde Atalarının Balkanlar’a sürülen Pavlikenler Heterodoks Hıristiyan özelliklerini koruyarak Bogomiller olarak yaşamlarını sürdürürler. Sarı Saltuk ile birlikte Anadolu’dan giden bu halk Alevileşir, Bektaşileşir. Bogomiller Şeyh Bedreddin Hareketinin kaynağını oluşturur. Samsat – Adıyaman – Maraş bölgesindeki Alevileşen Pavlikenler ise Baba İshak hareketini Türkmenler ile gerçekleştirenlerdir
Aleviliğin Mezopotamya kökenli ve Zerdüşt, Yezidi inançlı sayan araştırmacılar Kürt Tezini savunmaktadırlar. Bu yanlış bir tezdir. Eğer bu görüş doğru olsaydı; bugün Kürtlerin çoğunluğu Alevi olurdu. Halbuki Kürtlerin % 90’nı Sünni ve Şafidir. Kuzey Iraktaki Kürtler, Doğu ve Güney Anadolu’daki, İran’daki Kürtler Sünni’dirler. Bu görüş, “Alevilik İslam dışıdır” ve “Alisiz Alevilik” tezleri; bir amaç için ortaya atılan ve bulanıklık yaratan ve “belirli odaklara” dayalı ve mali destekli stratejilerdir. Bu gün bu tezler tutmamıştır, ama yarın bu mikrak ve uzantıları yeni görüşler ortaya atacaklardır. Bu nedenle Aleviler dikkatli olmalıdırlar ve Provokasyonlara gelmemelidirler.
9. yüzyıl sonrası Orta – Asya’ya Türk boylarına sığınan Hz. Ali soylu seyyidler, “Kam ve Şaman”ların yerini alarak ve Türkler tarafından da “ulu, kutsal kişi” kabul görerek; İslamiyet ile eski Türk inançlarını bağdaştırmışlardır. Türklerdeki “ocak kültü” geleneği yerini “Seyyitlerin evleri yani ocakları” bıraktı. Dini otorite olan bu müştehid seyyidler, önce kendi evlerinde müritlerini eğitirler daha sonra dergahlara bu okulları taşıyarak geniş halk kitlelerine ulaşırlar. Orta – Asya’da en önemli tasavvuf ekolü “Hace Ahmet Yesevi Ocağı”dır. 90. 000 müridi yüzlerce halifesi olduğu rivayet edilmektedir. Yine Ahmet Yesevi’nin mürşidi olan Arslan Bab (baba)’ın Farabi’nin de doğum yeri olan Ottar’daki dergahında binlerce Sufi yetiştirildiği rivayet edilmektedir.
XIV. yüzyılda yeniden Timur tarafından yapılan Hace Ahmet Yesevi Türbe ve külliyesi 8 bağımsız bölümden oluşan bir cemevi niteliğindedir. Çapı 2. 45 m. ve ağırlığı 2 ton olan kazan, Hacı Bektaş Dergahı’nda ki Kara kazan geleneğinin başlangıcını oluşturur ki; Türklerdeki dini törenlerde kesilen ve hiç parçalanmadan pişirilen kurbanlık hayvanların konduğu kazanlarında Alevi inancına taşınan bir görsel görünümüdür.
Çorum – Amasya – Tokat – Samsun yörelerinde yaptığım araştırmalarda “ölü darı ve erkanı” ya da “ölüyü dardan indirme erkanı” tören ve şölenleri, yapılan dini ritüeller; Hitit Tanrı – Evlerinde yapılan dini ayinlere ve ölü kültü tören ve şölenlere benzediği gibi Gök – Tapınaklarındaki dini vecibelerle de uyuşmaktadır. Demek ki Orta – Asya ve Anadolu’daki dini gelenek ve görenekler örtüşerek Aleviliği yapılandırmışlardır. İşte Ateş ve Ocak kültü de böylesi bir kültür ve inancın devamıdır.
Anadolu’da ilk ocak sayısı 12 olarak kabul edilir ki; on iki imamlara izafeten böyle kabullenmiştir. Anadolu’daki ilk ocak kurucuları 4. İmam Zeynel Abidin’in oğlu Zeyd soylularıdır. Bunlar; Battal Gazi Ocağı, Mineyik (Ebül Vefa) Ocağı, Ağuçan ve Veli Baba Ocaklarıdır.
12. yüzyıldan itibaren ocak sayısı giderek artar. Elbistan’da dede Gargın Ocağı, Baba İshak Ocağı, Baba İlyas Ocağı (Amasya), Şeyh Hasan Ocağı, Şeyh Ahmed Ocağı, Şıh Bahşiş Ocağı, Baba Mansur, Kureyşan Ocakları gelir.
Babai hareketinin yenilgisinden sonra Hace Bektaş Veli yeniden Alevileri organize ederek, ocakları bölge ve yörelere göre etkinlik alanları kurarak yeniden örgütler. 1240 – 50’li yıllarda ocak sayısı 40 olur. Nüfusun çoğalmasıyla 120 çıkan ocak sayısı bilahire 186’ya kadar çıkar. Vergi vermemek ve Askere gitmemek için para ile Osmanlı İdarecilerinden “sahte seyyid şecereleri” alınarak çeşitli tarikatlara mensup ocak, tekke, zaviye, hankah çoğalır. 19. yüzyılın sonralarında Alevi – Bektaşi tekke ve zaviyeleri 1500’ü bulur. 1000’i aşkın ocak türer. 3700 civarında Alevi – Bektaşi türbe, tekke, ziyaret ve adak yerleri olur. 21. yüzyıla girdiğimiz bu günlere dek Alevi Dede Ocak sayısı kesin olarak belirlenememiştir.
Alevi ocakları 1250 – 1527 / 8 yılları arası “Velayet – Serçeşme – yani Mürşid-i Kamil Makamı” olarak Hacı Bektaş-ı Veli Ocağı / Dergahına; Mürşid Ocağı – Pir Ocağı – Rehber Ocağı hiyararşisiyle bağlıdırlar.
Hacı Bektaş Ocağı Postnişini Kalender Çelebi isyanı sonrası ve katliamıyla birlikte bu Alevi Ocakları örgütlenmesi biter, içe kapanır, yerelleşir.
Osmanlı yönetimi kim olduğu bilinmeyen sersem Ali Baba diye birisini 1558 yılında Hacı Bektaş Dergahına “Dedebaba” ünvanıyla postnişin atar. Dergah iki başlı bir müessese oluşur: Birisi Hacı Bektaş soylu çelebiler, ikincisi Osmanlı yanlısı Bektaşi Tarikatı Dede Babaları. 1826 Yeniçeri katliamına değin bu durum devam eder ve bu tarihte bütün Alevi – Bektaşi tekkeleri kapatılır. Gizliliğe bürünen Alevi Ocakları illegal çalışır.
Türkçülük ve Milliyetçilik hareketlerin gelişimiyle Alevilik ve Bektaşilik tekrar canlanır. Jön Türkler ve İttihat Terakki Cemiyeti örgütlenmesi ile Alevilik önem kazanır. Baha Sait Beye Alevi raporu hazırlattırılır. I. Dünya Savaşı başlamasıyla birlikte Hacı Bektaş Çelebisi Ahmet Cemalettin Çelebi’ye Padişah ve İttihat Terakki önderleri Alevileri örgütlemesini yaptırır. Bu nedenle bir çok yerde toplantılar düzenlenir. 1915 Güzünde “Mineyik Dedeler Kurultayı” dediğimiz, Malatya’nın Arguvan – Mineyik köyünde 50’ye yakın seyyid – Dede Ocağının katıldığı bir toplantı düzenlenir. Bu kurultayda Dede Ocakları hiyerarşisi yeniden yapılandırılır. Bu toplantıda Hüseyin Doğan da küçük yaşta olmasına karşın Mürşit seçilir.
Kurtuluş Savaşı döneminde ve Cumhuriyet dönemin başında yine Alevileri ön planda görmekteyiz, fedakar ve feregatla çalışmaktadırlar. Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli elamanları Bektaşi – Alevi kökenlilerdir. İstanbul’da Bektaşi Tekkeleri üs olarak kullanılarak Anadolu’ya Kuvayi Milliye yanlıları kaçırılır. Silah ve cephane sevk edilir.
Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyetin kurulmasında Alevilerin büyük emekleri vardır.
Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyetin kuruluşunda Aleviler olmalarına karşın bir müddet sonra Devletten dışlanarak Sünniler egemen olmuşlardır. Alevilere yine baskı uygulanarak yok sayılmışlardır.
kaynak İSMAİL ONARLI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder