''''''sitemizin en büyük amaçlarından biri her türlü bilgi video ve haberi doğru bir şekilde insanlara ulaştırmaktır....

24 Şubat 2014 Pazartesi

Alevi/Bektaşi İnancına Göre Mir’aç

Bu bölümde  Hz. Peygamber Efendimizin Mir’aç mucizesini, Kuran ve hadis ışığında Alevi/Bektaşi yorumlamalarına göre açıklamaya çalışacağız. Buradaki amacımız, Alevi/Bektaşi inancına mensup kimselerin Mir’a. olayını nasıl yorumladıkları ve bu gibi dini inanç meselelerine bakış açılarını görmek istedik. Aslında Hz. Peygamber Efendimizin bizzat yaşamış olduğu Mir’aç mucizesinin, akıl ve şuurla izahı mümkün değildir.

Bu olay, İsra suresinin 1. Ayetinde anlatıldığı için İsra ve Mir’aç olarak ele alınmaktadır. İsra, kelime anlamıyla; “geceleyin yürümek, gece yürüyüşü” manasına gelir. Mir’aç ise, “merdiven, yükselme, göğe çıkma” anlamındadır.
İsa suresinin birinci ayetinde anlatılmak istenen şudur: Zahiri anlamda Mescid-i Haram, Mekke Şehrinde bulunan Kâbe’dir. Batıni (içsel) anlamda ise Hz. Muhammed’in kendisidir, O’nun gönlüdür. Mevlana Hazretleri, “Kâbe, Hazzerin oğlu  Halil’in yaptığı taştan topraktan bir binadır. İnsanın gönlü olan gerçek Kâbe ise Allah’ın kendi yaptığı gönül Kâbesi’dir” diyor. Yunus Emre’de: “Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ ayıt bana aklı eren. Gönül yeğdir, zira kim gönüldedir, dost durağı” diyerek, gerçek Kabe’nin insanın gönlü olduğunu tasdik ediyor. İşte bundan dolayıdır ki, gerçek Kâbe, Hz. Peygamber’in gönlüdür.
Çevresi bereketli kılınan Mescid-i Aksa ise zahiri anlamda Kudüs’tür. Batıni (içsel) anlamda ise şöyledir: Aksa’nın sözlük anlamı “çok uzakta olan, erişilmesi güç olan mabet, sonsuzluk” anlamındadır.[4] Bu tariflere göre ise “Aksa” “Tanrı” katıdır.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber Efendimiz, peygamberliğinin ilk yıllarında kıble olarak  Mescid-i Aksa’ya yöneliyordu. Müşriklerin, Muhammed Yahudilerin mescidini kıble olarak kullanıyor, şeklindeki dedikoduları sonunda aşağıdaki ayetler nazil oldu.
Biz, senin sık sık yüzünü göğe çevirip durduğunu elbette görmekteyiz. Bu sebeple seni, memnun olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Kâbe’ye çevir. Bundan sonra da nerede olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çeviriniz…[5]
“Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çevirin ki, insanların elinde sizin aleyhinize bir delil bulunmasın…”[6]
Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi Yüce Allah, Hz. Muhammed Efendimize kıble olarak Mekke’de bulunan Mescid-i Haram’ı gösterdi. Bakra suresi, Hicretin ikinci yılında, yani 624 yılında Medine’de nazil oldu, Hz. Muhammed Efendimiz, Bakara suresinin yukarıdaki ayetleri nazil olmadan 13 yıl Mekke’de iki yıl da Medine de olmak üzere 15 yıl boyunca Mescid-i Aksa’yı kıble olarak kullanmıştı.
Hz. Peygamber Efendimizin, 15 yıl boyunca Mescid-i Aksa’yı kıble olarak kullanmasında herhangi bir yanlışlık yoktu. Yüce Allah, Kur’an’ın şu ayetinde: “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. O halde nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır”[7] buyuruyor.
Kur’an’ın şu ayetinde de Yüce Allah: “Yemin olsun ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız” [8] buyuruyor.
İşte bundan dolayıdır ki yukarıda da söylediğimiz gibi “Aksa”  sözcüğünü “son, en son, nihayet, sonsuzluk âlemi” olarak görüyoruz ve bu makama “Tanrı” katı, anlamına gelen “Mescid-i Aksa”diyoruz.
Demek oluyor ki, Hz. Peygamber Efendimiz, İsra suresinde zikredilen gece yolculuğunu, kendi özünün derinliğinde mevcut olan tanrısal makama, yani kendi zatından, kendi zatına yapmıştır.
Bilindiği gibi Mir’aç yolculuğunda, Hazret-i Muhammed Efendimize Cebrail önderlik etti. Cebrail, akıldır, yani Hz. Muhammed’in  aklıdır, akıl meleğidir. Hz. Muhammed Efendimiz, Mir’aç yolculuğu sırasında Cebrail ile birlikte hareket etti. Söylendiğine göre bu yolculuğunu Burak adı verilen bir vasıta ile yapı. Burak, yıldırımdan daha hızlı bir vasıtadır. Buna şu örneği gösterebiliriz: Hz. Hızır, bir kulunu bir yerden bir başka yere götürmek istediğinde “yum gözünü-aç gözünü” der. Gidilmek istenilen yere varılmıştır, bu zaman içersinde zamandır. Hz. Muhammed Efendimizin  bu yolculuğu da böyle olmuştur.
Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Cebrail ile birlikte “kâinatın bittiği” yer olarak kabul edilen Sidretü’l-Münteha’ya [9] geldiler. Sidretü’l Münteha, gerçek anlamda insan aklının ulaşabileceği en son notadır. Şuur ve akıl ile bir yere kadar düşünebilir, daha ileri gidemez. İşte Cebrail-i Emin, yani akıl da şuur ve maddeye bağlı olduğundan belli bir noktaya kadar ulaşabilir. Bundan dolayıdır ki, Cebrail-i Emin, “benim iznim buraya kadar, buradan sonrasına  ben gidemem, gidersem yanarım. Sen yoluna yalnız devam edeceksin” dedi ve  “Bismillahirrahmanirrahim: İnnallahe ve melaiketehü yusallune alen nebiy, ya eyyühellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima” [10] Mealen: “Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler.  Ey müminler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” ayetini okuyarak  Hz. Muhammed’i Hakk’a teslim etti. [11]
Hz. Peygamber Efendimizin Sidretü’l Münteha’ ya kadar yaptığı yolculuk, şuur ile akıl ile olduğundan bu makam, “Kabe Kavseyn” makamıdır. Kabe Kavseyn, Ay’ın  iki ucuna veya iki kaşa [12] benzetilir ki, farktır, varlıktır, hayattır ve devrandır. Akıl ve şuur madde de, yani vücutta bulunduğundan yine maddeye göre tefekkür edebilir, maddi varlığın sınırını aşamaz. Buna göre akıl ve şuur da maddidir, bu sebepten de sınırlıdır. İşte. Hz. Peygamber Efendimiz de seyranını maddi aklının son sınırına, yaniSidretü’l-Müntehaya kadar aklı ve şuur ile yaptı, fakat daha ileri gidemedi.
Daha ileri gitmek ve hakikati görebilmek için, bu sefer akıl ve şuurunu bırakıp, şuur altına geçti. Akıl ve şuur yerine “Ruh”una sarıldı ve ruh yoluyla, gönül yoluyla, sezgi yoluyla seyrana devam etti. Buna da “Ref-ref”, yani “Cezbe ve Aşk” atı diyoruz.. Burada artık akıl ve şuur yok, şuur altı vardır ve bu makam, zat ile zat, derya ile derya olmak, yani tikelin tümelle (parçanın bütünle) birleşmesi makamıdır; kısacası, “Ev Edna” makamıdır, Hz. Peygamber Efendimizin Hakk ile Hakk olduğu makamdır.
Bir başka deyimle bu durum “aşk ve cezbe” halidir. Aşk ve cezbe hali öyle bir şeydir ki, insanın bir an için madde âlemden mana âleme geçmesini sağlar, bir an için insanı Tanrı ile bütünleştirir, bir an için insanı vuslata kavuşturur, bir an için zerreden bütüne doğru öyle bir akış olur ki, insan bir damla misali deryaya karışır ve bu aşk deryasında yok olur. Bu yokluk, zat ile zat, derya ile derya, yani Tanrı ile bütünleşerek, kendisini yok etme makamıdır. Buna yukarıda söylediğimiz gibi “Ev Edna Makamı”denir. [13]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder