''''''sitemizin en büyük amaçlarından biri her türlü bilgi video ve haberi doğru bir şekilde insanlara ulaştırmaktır....

24 Şubat 2014 Pazartesi

ALEVİLİĞİ MEYDANA GETİREN FAKTÖRLER


Kureyş Kabilesi
Bu yazımızda Aleviliğin tam olarak anlaşılabilmesi için, Aleviliğin nasıl ortaya çıktığı, ayrıca Alevilikle diğer inançlar arasındaki farkı, bazı örnekler vermek suretiyle mukayeseli olarak anlatmaya çalışacağız. Bunun için de önce İslam tarihinde önemli bir yeri bulunan Kureyş
kabilesinin temsilcileri olan Haşim oğulları ile Ümeyye oğulları hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır.
Kureyş kabilesi başkanı Abdülmenaf’ın aynı batında (ikiz) doğan  Haşim ve Abdülşems adında iki oğlu olmuştu. Abdülmenaf, yaşlanınca Mekke’nin yönetimi ile Kabe’nin gelirlerini her iki oğlu arasında taksim etmişti. Hacılara gıda ve su temini işi Haşim’e, diğer görevler ise Abdülşems’e verilmişti.  Zaman içinde Haşim’in gelirlerinin Abdülşems’in gelirlinden daha fazla olduğunu bahane eden Abdülşems’in oğlu Ümeyye, amcası Haşim’i dava etti. Ancak davayı kaybedenin on yıl müddetle Mekke’den uzaklaştırılmasını da şart koşmuştu. Fakat dava sonunda Ümeyye, davayı kaybederek on yıl müddetle Şam’a sürgüne gönderildi.
Mekke’nin yönetimi ve Kabe’nin gelirlerinden dolayı Haşim ile yeğeni Ümeyye arasında başlayan husumet, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Efendimizin Haşim’in soyundan gelmiş olması, bu iki aile arasındaki husumeti bir kat daha artırmıştı. Tarihi gelişmelere baktığımız zaman Kureyş kabilesi, Abdülmenaf’tan sonra Haşim oğulları ve Ümeyye oğulları olarak iki kola ayrılmıştır.
Haşim oğulları: Abdülmenaf, Haşim (Amr), Muttalip, Abddülmuttalip (Şeybe), Abdullah, Hz. Muhammed, Ebu Talib, Hz. İmam Ali, Hz. İmam Hasan ve Hz. İmam Hüseyin’dir.
Ümeyye oğulları veya diğer adıyla  Emeviler: Abdülmenaf, Abdülşems, Ümeyye, Harp, Sahar (Ebu Süfyan), Muaviye ve oğlu Yezid’tir.
Kabe’nin yönetiminden dolayı Haşim ile Ümeyye arasında başlayan husumet, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Efendimizin Haşim’i soyundan gelmiş olmasıyla birlikte ikiye katlanmıştır. Bu husumet daha sonra Hz. Muhammed Efendimiz ile Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan arasında uzun yıllar devam etmiştir. Bu husumetin sonunda Hz. Peygamber Efendimiz, Peygamberliğinin 13′üncü yılında, yani 23 Eylül 622′de Mekke’den Medine’ye hicret etmiştir. Böylece  23 yıl süren Peygamberlik devrinin 13 yıllık Mekke devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamıştır.
Hz. Peygamber Efendimizin Veda Hudbesi
 İslam tarihinde “Gadir-Hum veya Haccet’ül  Veda” olarak bilinen olay, Alevi-Sünni ayrılığının başlangıcı olarak kabul edilebilir. Hz. Peygamber (sallallahü aleyhe ve selem) Efendimiz, Hacc ve Umre ziyaretini yapmak üzere hicretin onuncu yılında tüm sahabeleri ile birlikte Mekke’ye hacca gitmişti. Hacc dönüşünde Gadir-Hum denilen mahalle gelindiğinde mealen Kur’an’ın şu ayeti nazil olmuştu: “…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim…” [1] Kur’an’ın şu ayetinde de: “Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez”[2] buyruluyor. Bu ayetlerin gelişinden sonra Hz. Peygamber Efendimiz, hayatının sonuna yaklaştığını anlamıştı. Hiç vakit kaybetmeden beraberinde bulunan binlerce sahabeyi ağaçlık bir yerde topladı ve deve semerlerinden yaptırdığı bir minberin üzerine çıkarak, ellerini havaya kaldırıp: “Bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler ki, acıyan, bağışlayan ve her şeyi bilen Yüce Allah’ın katına davet edildim; yakında davetine icabet edeceğim” dedikten sonra uzunca bir hutbe okudular. Okuduğu hutbe özetle şöyledir: “Ey kavmim ve sahabeler! Yarın kıyamet gününde Muhammed size ne yaptı diye sorulduğunda, orada verilecek cevabınız ne olacaktır?” buyurdular. O vakit orada hazır bulunan tüm sahabeler hep bir ağızdan; “Ya Allah’ın Resulü! Peygamberlik görevinizi yerine getirdiniz. Buna şahitlik ederiz” diye cevap verdiler.
Hz. Muhammed Efendimiz, ellerini göğe doğru kaldırıp: “Ya Rabbi! Sen şahit ol!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam ettiler: “Ahiret gününde Kevser havuzunun başında bana ulaşacaksınız. Bu havuzun başına sizden önce varacağım. Siz gelince de size; “Bıraktığım iki paha biçilmez emanete ne yaptınız?” diye soracağım. Bu iki emanetimden birincisi; Allah’ın gökten yere uzatmış olduğu sağlam ipi olan Kur’an-ı Kerim’dir. İkincisi de; Ehl-i Beyt’imdir. Bu iki emanetim, Kevser havuzunun başında bana kavuşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Bu iki emanetime sıkı, sıkı sarılırsanız, sapkınlığa düşmezsiniz, doğru yolda olursunuz” [3] buyurdular.
Bunları söyledikten sonra Peygamber Efendimiz, Ahzab suresi 6. Ayetini işaret ederek; “…ben size canınızdan daha öncelikli değil miyim?” diye sordu. Bu sorunun üzerine orada hazır bulunan sahabeler; “evet, sen bize kendi canımızdan daha önceliklisin…” diyerek cevap verdiler. 
Daha sonra Allah’ın resulü: “Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin, Resule ve sizin içinizden olan iş ve yönetim sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz mi, eğer Allah’a ve ahret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve resule arz edin. Böyle yapmanız hem hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir” [4] ayetini okudu.
Bu ayetin okunmasından sonra orada hazır bulunan bazı sahabeler; “biz hangi iş ve yönetim sahibine, yani kime itaat edeceğiz” diye sordular.[5]
O vakit Peygamber Efendimiz, yanı başında duran Hz. Ali’nin elini tutup, kolunun altındaki beyazlık görününceye kadar havaya kaldırdı ve şunları söyledi: “Ali’nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız” dedikten sonra şöyle devam etti: “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.” Daha sonra da Hz. Peygamber Efendimiz: “Allah’ım Ali’yi seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sen de yardım et, onu hor göreni sen de hor gör. O nereye yönelirse Hakk’ı onunla beraber kıl” diyerek uzunca bir dua etti. Bunları duyan Hattab’ın oğlu Ömer: Hz. Ali’ye gelerek: “ Kutlu olsun sana ey Ebu Talib’in oğlu, sen benim ve tüm müminlerin mevlâsı oldun.” diyerek Hz. Ali’yi kutladı. Bunun ardından orada hazır bulunan tüm sahabeler teker, teker gelip Hz. Ali’yi kutladılar.
Bu kutlamadan sonra orada hazır bulunan sahabeler: “Ya Allah’ın Resulü! Biz senden razı olduk, ancak ileride delalete düşmememiz için nasıl hareket etmeliyiz?” diye sordular. O vakit  Allah’ın Resulü: “Zâlikelleziy yübbeşşirullahu ıbadelhulleziyne amenû ve amilus salihat. Kul lâ es’elüküm aleyhi ecren illel meveddete fiyl kurba” [6] ayetini okudu. Mealen:  İşte bu, Allah’ın iman edip barışa yönelik iyi işler yapanlara müjdelediğidir. De ki: “Ben bu tebliğime karşılık sizden, akrabamı[7]sevmeniz dışında  bir şey istemiyorum…” buyurdular.
Akrabasının kim olduğu sorulduğunda ise Allah’ın Resulü, “Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” olduğunu söyledi.
Hz. Peygamber Efendimizin ehlibeyt hakkında söylediği şu hadisi de çok önemlidir: “Misli Ehl-i Beyti kemsel sefineten Nuh men rakâb fiha necaten ve men tahlef minha” buyurmuşlardır. Mealen: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer, kim bu gemiye binerse kurtuluşa erer. Kim bu gemiye binemezse, delâlette kalır.”
Hz. Peygamber Efendimizin Gadir-Hum mevkiinde yapmış olduğu yukarıdaki konuşmalarına “Veda Hudbesi” denir. Bu olaydan 70 gün sonra Hz. Peygamber Efendimiz,  rahatsızlanır ve kısa bir müddet sonra Hakk’ın rahmetine kavuşur. Hz. Muhammed’in bu âlemden Hakk’a yürümesinden hemen sonra ilk ayrılıklar başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamber Efendimiz, Kadir-Hum’da yaptığı “Veda Hudbesi’nde” kendisinden sonra amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı Hz. Ali’yi, yerine vasi tayin etmiş olması idi. Buna rağmen, vefatından sonra Hz. Peygamber Efensimizin naşı henüz yerde iken, Ebu Bekir’in halife seçilmiş olmasıdır. Bu olayın, Alevi-Sünni ayrılığının başlangıcı olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu hususu daha iyi anlayabilmek için bazı kırılma noktalarından söz etmemiz gerekiyor.
 Birinci kırılma noktası: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hz. Muhammed (sallallahu alehi ve sellem) Efendimizin Hakk’a yürümesinden hemen sonra, naşı henüz yerde iken Ebu Bekir halife seçilmiş ve bu olay,  Hz. Peygamber’i ve onun soyunu seven ve bağlılık gösterenleri derinden yaralamıştır. Hz. Peygamber Efendimizin Gadir-Hum vasiyetini ve velâyet ayeti olarak kabul edilen Nisa Suresi’nin 59. ayetini  hiçe sayarak yapılan bu uygulama, Müslümanları ikiye bölmüştür.
 İkinci kırılma noktası: Sıffin Savaşı ve bu savaşın sonunda gerçekleşen hakem olayı ile Nahrevan Savaşıdır. Bu olaylar sonunda hariciler, Hz. Ali’ye karşı cephe oluşturdular. Bilindiği gibi 657 yılında Hz. Ali ile Muaviye arasında Sıffin Savaşı meydana gelmiş ve bunun bir uzantısı olarak hakem olayı gerçekleşmiştir.  Öteden beri Hz. Muhammed ve onun soyuna karşı kin besleyen, her fırsatta Hz. Ali’nin karşısına çıkan Muaviye, hakem olayı sonunda hile ile halifeliği ele geçirmiştir. Bir hile sonucu Hz. Ali’nin halifeliği Muaviye’ye bırakmış olmasını içlerine sindiremeyen hariciler, Hz. Ali’ye karşı cephe oluşturdular. Bunun sonunda da 658 yılında Hz. Ali ile Hariciler arasında Nahrevan Savaşı gerçekleşti ve bu savaşta pek çok harici yok edildi.
Haricileri kızdıran en büyük etken, Hz. Ali’nin Muaviye’nin oyununa gelerek hakem olayını kabul etmiş olmasıydı. O günden itibaren hariciler, etrafına topladıkları Ehl-i Beyt düşmanları ile birlikte, Hz. Ali’ye karşı bir kötüleme kampanyası başlattılar. Akla ve hayale gelebilecek ne kadar kötülük varsa bunları Hz. Ali’ye atfettiler, söylenebilecek tüm kötülükleri, onun şanına layık gördüler. Hatta Kur’an’ın batıni (içsel) yönüne göre hüküm verdiği için “katli vaciptir” diyecek kadar ileri gittiler. Sonunda da Hz. Ali’yi şehit ederek ortadan kaldırdılar. Buna “Hariciyyun ekolü” denildi.
Diğer tarafta ise Hz. Ali ve Ehl-i Beyt taraftarları arasında bir başka ekol oluştu. Bu ekolün içersinde yer alan kimseler de Hz. Ali için akla hayale gelmeyecek methiyeler düzerek, Hz. Ali’yi yücelttiler. Yine  akla hayale gelmeyecek tüm yücelikleri onun şanına layık gördüler. Buna da taraftar anlamına gelen “Şia veya Şii Ekolü” denildi.
Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Horasan ve Maverraünnehir bölgelerinde yaşayan Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikleri sırada “Şia” veya “Şii ekolü” nün tesiri altında kaldılar. Hz. Peygamber ve onun Ehl-i Beyt’ini en derin muhabbetle sevdiler ve onlara taraftar oldular. Bu taraftarlığın adına “Şii” veya “Şia” sözcüğü yerine, Ali taraftarı veya Ali yanlısı anlamına gelen “Alevi” denildi. Ancak “Alevi” deyiminin sadece taraftarlıkla ifade edilmesi yeterli değildir. Daha sonraki bölümlerde açıklanacağı gibi Alevilik/Bektaşilik: İslam Dini’ni, biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla algılayan. Allah, Muhammed, Ali kutsallığını, özünde taşıyan. Korkuyu aşıp, sevgi ile Tanrı’ya yönelen, insanın özünde Tanrı’yı gören. Hz. Muhammed’in nübüvvetini, Hz. Ali’nin velâyetini kabul eden. Kur’an’ı ve Ehlibeyt’i esas alan. Tüm bu inancını Kırklar Cemi ve dört kapı kırk makam olarak ifade edilen “Şeriat,Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikat” ilkeleri içersinde uygulayan bir inanç sistemidir.
Bu inanç ve muhabbet, daha çok önce Türkmen Türkleri arasında yayıldı ve kendisine taraftar buldu. Türklerin bazı kesimleri ise İslâm’ı, Muaviye’nin ve oğlu Yezid’in temsil ettiği bugünkü  Emevi uygulamasına göre kabul ettiler.
 Üçüncü kırılma noktası: Kerbelâ olayıdır. Hz. Muhammed ve soyuna taraftar olanları, en fazla etkileyen olaylardan birisi de budur. Bu olaya kısa bir göz atacak olursak, bunun Alevi-Sünni gruplaşmasında ne denli etkili olduğunu çok açık olarak görürüz. Bilindiği gibi, Hz. İmam Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezid’e biat etmeyerek kıyam (dik duruş) başlatmıştı. Hz. İmam Hüseyin’in bu dik duruşu ve mücadelesi, saltanat elde etmek için değildi. Onun tüm çabası, İslam’ın değerlerini, İslam’ın esasını korumak içindi, bunun için mücadele veriyordu o. Hz. Hüseyin de çok iyi biliyordu ki, her tarafı sarılmıştı, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan bir zihniyetin karşısında tek başına karşı duramayacaktı. Nerede olursa olsun onu rahat bırakmayacaklardı. Ne Mekke’de ne de Medine’de kalması, ona yarar sağlayamazdı. İktidar hırsıyla gözü dönmüş olan Yezid, İmam Hüseyin’i, kendisine biat ettirebilmek için tüm imkânlarını kullanacaktı. Nitekim kendisine biat etmeyen İmam Hüseyin taraftarlarına akla hayale gelmeyecek zulümlerde bulunmağa başlamıştı.
Tüm bu olanları ve olacakları çok iyi bilen İmam Hüseyin, hem kendisini, hem ailesini, hem de insanî ve İslamî değerleri korumak amacıyla, Küfelilerin yapmış oldukları daveti, çok samimi bulmamasına rağmen kabul etti. Çünkü, en uygun yer olarak Küfe’yi seçmişti. Yakınlarının Küfe’ye gitmemesi hususundaki ısrarlarına rağmen, onun Küfe’de ısrar etmesinin en önemli sebeplerinden birisi de Medine ve Mekke’nin dışında kalmak ve buralarda bulunan İslamî ve insanî değerlere zarar gelmesini önlemekti. Kerbelâ olayı, her ne kadar bir hilafet meselesi gibi görünse de aslında Haşim oğulları ile Ümeyye oğulları aralarında, öteden beri devam eden bir husumetin, sonucudur, yani mazlumla zalimin kavgasıdır.
Aslında İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmeyip, bu yolu seçmekle; Yezid’in gerçek yüzünü göstermiş oluyordu. Yargılamayı tarihe bırakıyordu ve öyle de olmuştur. İmam Hüseyin, İslam ve insanlık uğruna kendisini, kendi arzularıyla dostlarını, ehlini-âyalini tehlikeye atmak zorunda kalmıştı. Allah’ın Resulü’ne ve dinine karşı kendisini amaç edinenlerin, gerçek yüzlerini, tarih önünde göstermek istiyordu. Süt emen çocuğuna kadar tüm yakınlarına kast edenleri ve Muhammed soyuna reva görülecek olan bu zulmü, bir-bir, safha-safha gözler önüne serip gösterecekti. Böylece, Ümeyye oğullarının ve sözde inanmış gibi görünenlerin zulümlerini, tarihe kanlı bir sayfa olarak geçirecekti ve öyle de olmuştur.
Hz. İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı vermiş olduğu bu mücadele, Türkler arasında büyük saygı toplamıştır. Onun İslam uğruna yaptıkları, tüm ehlini-ayalini İslam’ın kurtuluşu uğrunda feda etmesi, Türklerin ona olan hayranlığını kat-kat artırmıştır. 
Bu hayranlığın ve Hz. Hüseyin sevgisinin  başlıca nedeni ise Kerbelâ olayının canlı tanıklarından Hz. İmam Hüseyin’nin oğlu Hz. İmam Zeynel Abidin ile Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeynep’tir. Çünkü her ikisi de hayatları boyunca gözlerinin önünde cereyan eden kanlı Kerbelâ olayını, tüm cihana anlattılar, tüm insanlık âleminin bu kanlı olayı öğrenmesini sağladılar. İmam Zeynel Abidin ve Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Hz. Zeynep’in anlattıklarından sonra Hz. İmam Hüseyin’in İslam uğruna vermiş olduğu bu mücadele, İslamiyet’i kabul eden Türkmen Türklerini, derinden etkilemiş, bunun sonucu olarak da Hz. Muhammed ve yakınlarına sıkı sıkıya bağlanmalarını sağlamıştır. Diğer taraftan da Muaviye ve oğlu Yezid’de karşı kin ve nefret duymalarını sağlamıştır. İşte Alevi-Sünni ayrılığı böyle başlamış, Hz. Peygamber Efendimiz ve onun soyuna taraftar olan kimselere de “Alevi” denmiştir. Örnekleri çoğaltabiliriz.
 Alevi/Bektaşi Kime Denir?
 I. Kendilerini Alevi/Bektaşi olarak kabul eden kimseler, kısaca şöyle tanımlanabilir: Dini İslam, kitabı Kur’an, Allah’a kul olan, Hz. Muhammed’in nübüvvetini, Hz. Ali’nin velâyetini kabul eden, Kur’an-ı ve Ehlibeyt’i esas alan, Yüce Pir Hace Ahmet Yesevi’nin ve Pir Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’nin temel öğretisi sayılan “şeriat, tarikat, marifet ve sırrı hakikat olarak bilinen dört kapı- kırk makam” ilkelerine göre yol ve erkan yürüten kimse Alevidir/Bektaşi’dir.
II. İkinci bir tanıma göre ise Alevilik/Bektaşilik: Tek bir Allah’a inanan (tevhit), Hz. Muhammed Efendimizi Allah’ın resulü ve elçisi olarak kabul eden, kitabı Kur’an-ı Kerim olan, İslam Dini’ni Tasavvufi ve rasyonel bir bakış açısıyla yorumlayan kimselerdir.
III. İkinci bir tanıma göre ise Alevilik/Bektaşilik: İslam Dini’ni, biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla algılayan. Allah, Muhammed, Ali kutsallığını, özünde taşıyan. Korkuyu aşıp, sevgi ile Tanrı’ya yönelen, insanın özünde Tanrı’yı gören. Hz. Muhammed’in nübüvvetini, Hz. Ali’nin velâyetini kabul eden. Kur’an’ı ve Ehlibeyt’i esas alan. Tüm bu inancını Kırklar Cemi ve dört kapı-kırk makam ilkeleri içersinde uygulayan bir inanç sistemidir.
IV. Alevilik/Bektaşilik, Milli Eğitim Bakanlığı Din ve Ahlak Bilgisi kitaplarında ise şöyle ifade edilmiştir: Hz. Ali’yi seven, sayan ve ona taraftar olan kişiye Alevi denir.[8] Aleviler, Allah’ın birliğine inanan, Hz. Muhammed’i son peygamber olarak kabul eden, kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim olan Hz. Muhammed’i ve onun Ehl-i Beyti’ni seven Müslümanlardır.
Bektaşilik, Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı olan ve onun yolundan gidenlerin oluşturduğu düşüncenin adıdır. Hacı Bektaş-ı Veli, kendisinden sonra gelen birçok kimseye rehberlik yapmış, Alevi/Bektaşiliğin gelişiminde çok önemli rol oynamış bir şahsiyettir. Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu ve Balkanlarda İslam’ın yayılması ve ahlak ilkelerinin yerleşmesine katkı sağlamıştır.
Alevi/Bektaş-ı törenleri, cemleri, semahları, ağızdan ağza dolaşan deyiş, düvaz ve nefesler, Hacı Bektaş-ı Veli’nin tasavvufi düşüncesini dile getirmiştir. Bunun için de Alevilik/Bektaşilik iç içe geçmiş tasavvufi bir yorum olarak varlığını günümüze kadar devam ettirmiştir.[9]
 İslam Dinindeki Yorum Farklılıkları
 İslâm dinindeki yorum farklılıkları, tarih içerisinde siyasi, kültürel, coğrafî ve bunlara benzeyen sebeplerden meydana gelmiştir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber Efendimizin vefatından sonra İslâm coğrafyasının hızla genişlemesi ve buna bağlı olarak İslâm’ın hızla yayılması ile birlikte, farklı coğrafyalarda yaşayan ve İslâm dinini yorumlayan bilgin ve mutasavvıflar, bulundukları bölgelerin örf ve kültürlerine göre bazı farklı metotlar kullanmışlardır. Böylece İslam dininde farklı yorumlar ortaya çıkmıştır.
İslam’ın erken döneminden itibaren başlayan tasavvufî düşüncenin en önemli özelliği, farklılıkları kaynaştırmasının yanı sıra, arınmayı ve ibadetleri samimiyetle yapmayı hedeflemesidir. Tasavvufi düşüncede ibadet, “…kul ile Allah arasında gerçekleşen manevi bir iletişim…” olarak kabul edilir. Tasavvufi ve rasyonel düşüncede ibadetin şeklinden daha çok, içtenlikle ve özden gelen bir duygu ile yapılmasına önem verilir. Alevi/Bektaşi inancı da bu tasavvufi ve rasyonel yorumlardan birisidir.
 Birlikte Yaşama ve Hoşgörü Kültürü
 İnsanın herhangi farklı bir dini inanç ve düşünceyi benimsemesi, başkalarıyla barış ve huzur içinde yaşamasına engel değildir. Dini inanç ve yorumlardaki farklılıklar, inanç ve fikir dünyasının zenginliğini gösterir. İnsanları birbirinden farklı kılan din, dil, cinsiyet ve ırk gibi bazı özellikler vardır. Hoşgörü, bu değişik özelliklere sahip olan insanların bir arada birbirlerinin farklılıklarına saygı duyarak barış içersinde yaşama becerisi kazanmalarına katkıda bulunur. Bu duyarlılık ise bilgi ve iletişimle gelişir. Düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğü de hoşgörü kültürünün zenginleşerek beslenmesini sağlar.
Birlikte yaşama ve hoşgörü kültürü, insanların benimsemiş oldukları inançlardan ödün vermeleri anlamına gelmez. Hoşgörü kültürü, insanın kendi inançlarını yaşamakta özgür olması ve başkasının da kendine ait inançlarını yaşamasını kabul etmeyi gerektirir. Dini farklılıkları ve kültürel çeşitlilikleri kabul etmek, toplumların bir arada yaşamalarını garanti altına almaktır. Kur’an-ı Kerim, insanların birbirini tanımaları ve anlamaları için Allah’ın onları farklı toplumlara, renklere ve dillere ayırdığını ifade eder. Aşağıdaki Kur’an ayetlerinde bu hususu çok açık olarak görmekteyiz: “Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.” [10] Kur’an’ın şu ayetinde de: “Sizden her biriniz için bir şeriat[11] ve bir minhaç[12] oluşturduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi bir tek toplum yapardı! Fakat size verdiği ile sizi denemek istedi. O halde hayır yapmada yarışın!…”[13]

Hakkı SAYGI   (BABA)


[1] Maide suresi, 3
[2]   Mâide, suresi, 67.
[3] Peygamber Efendimizin bu açıklamasına Sakaleyn hadisi denir. Sakaleyn hadisi ile ilgili kaynaklar: Sahih-i Tirmizî c.5 s. 662, Müstedrekü’s-sahîhayn c.3 s.109, Müsned-i Ahmed c.4 s. 366, Sünen-i Beyhakî c.2 s.148, Kenzü’l-Ummal c.1 s.45 vs.
[4] Nisa suresi, 59
[5] Abdullah bin Cabir’den nakledilmiştir: “Allah’a, Resulü’ne ve emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu bildiren bu ayet indiği gün Peygamber’e sordum: “Allah ve Resulü’nü tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?” Hazret şöyle buyurdular: “Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali bin Ebu Talib, sonra Hasan,  Hüseyin, Ali bin Hüseyin (Zeynel Abidin), Tevrat’ta Bakır diye anılan Muhammed bin Ali’dir. Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan sonra Cafer bin Muhammed Es-Sadık, Musa bin Cafer, Ali bin Musa, Muhammed bin Ali, Ali bin Muhammed, Hasan bin Ali ve en sonuncusu Allah’ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki saklantısı olan, benim isim ve künyemi taşıyan Hasan bin Ali’nin oğludur.
[6] Şüra Suresi, 23
[7] Akrabadan maksat, Peygamber Efendimizin “Ehlibeytidir.
[8] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 233
[9] Milli Eğitim Bakanlığı Din ve Ahlak Bilgisi 7. Sınıf kitabı, s. 91, 2011-Ankara
[10] Hucurar suresi, 13
[11] Yaşam ortam ve şartlarına göre kurallar
[12] Zamanla değişmesi mümkün olmayan realiteler üzerine kurulmuş sistem
[13] Maide suresi, 48, Ahmed Hulusi, Allah İlminden Yansımalarla Kur’an-ı Kerim Çözümü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder